12 Kasım 2010 Cuma

Kriz, İşsizlik ve Yoksulluğa Dair Bir İnceleme

Sosyal devlet mantığına göre vergiler, halka geri dönen hizmetler için verilen ücretlerdir. Ama, hem vergi verip hemde sağlık, eğitim, ulaşım vs.. gibi ihtiyaçlar içinde ek ücret ödüyorsa tamamen halk üzerine yüktür..

Herhangi bir madde üreten bir firmayı gözönünde bulunduralım, örneğin sabun. Pazarda sabun ihtiyacı olan 100 tüketicinin olduğunu varsayalım. Bu firma 100 sabun üreterek ayakta kalabilir. Fakat, sabun üreten 4 firmanın olduğunu varsayarsak bu firmalar bir rekabet içine girecektir. Sonuç olarak firmalar, bu 100 kişiye en hızlı ulaşabilmek için üretimlerini en üst seviyeye getirecek ve en hızlı ulaşan ayakta kalacak, daha yavaş ulaşan batacaktır. Bu arz-talep yasasının basit bir özeti sayılabilir.

Fakat olay herzaman bu şekilde gerçekleşmeyebilir. 4 firmada, tüketiciye hızlı ulaşabilmek için ihtiyaçtan fazla üretebilir ve bu ürettiklerini satmayıp batabilir. Sonuç olarak, yaşadığımız krizler ortaya çıkar. Batan veya kâr oranları düşen firmalar, kendilerini kurtarabilmek adına birçok işçiyi işten atar ve toplum yavaş yavaş yoksulluğa ve açlığa yol alır. Sonuçta, krizi çıkaranlar kendini kurtarır ama krizin çıkmasında hiçbir suçu olmayan işçiler aç kalır.

Tüketicinin sayısının artması, firmaların ayakta kalma olasılığını artırır. Fakat, tüketcinin fazla olması gene toplumdaki istiham oranıyla alakalıdır. Üretilen malın satılması için, tüketicide o malı alacak ekonomik gücün var olması gerekir ve işsizlik oranının fazla olması bu duruma uygun değildir.

Yani, kapitalizm dediğimiz bu ekonomik sistem zaten bir çelişki içindedir. Bir firmanın ayakta kalabilmek için hem rakip firmayı batırması gerekir -bu o firmadaki işçilerin işsiz kalmasına sebep olur- hemde ürettiği malı satın alacak insanların var olması gerekir.

Banka kredileri, insanlara tüketim yapacak parayı sağladığı için bir çözüm olarak sunulmaktadır. Ama, bu kredileri aldıktan sonra işsiz kaldığı için geri ödeyemeyen emekçiler hapise kadar gidebilir. Fakat, sermayedar malını sattığı için rahattır. Olan yine emekçiye olur.

Aylık 800 lira kazanan bir işçiyi gözönünde bulundurursak; bu işçinin temel ihtiyaçlarını giderdikten sonra(ev kirası, faturalar, ulaşım, sağlık, çocuklarının eğitimi) elinde bir miktar para kalmalıdır, aksi halde üretilen diğer malları satın alamaz. Bu durumu rahatlanmanın bir yoluda vergilerde indirime gitmektir.Yani doğalgaz, elektrik, su gibi ihtiyaçlara eklenen onlarca verginin kısılması gerekir. Ya da vergiye yapılan zam, işçi ve memur maaşlarına yapılan zamlarla orantılı olmalıdır.

Yani, eğitim, ulaşım, sağlık vb.. ihtiyaçların giderildiği işletmelerin kamuya ait olması yani ihtiyaçların verilen vergilerle karşılanması, ek bir ücret verilmemesi, toplumun refah düzeyini artırır.

Fakat, günümüz düzeninde, siyasi iktidarı elinde bulunduran kesimin, devletin bütün olanakları kendi çıkarına kullanma yetkisi vardır. Sonuç olarak bu kesim, kamusal alanları kendi özel işletmesi haline getiriyor ve buralardan çok büyük paralar kazanıyor. Ayrıca gene bu düzenden büyük sermayedarlar rant sağlıyor. Çünkü, rekabetin bu şekilde gelişmesi, üretici diğer firmaları hızlı bir şekilde batırıyor. Sonuç olarak birçok sektörde üretim yapabilecek kadar büyük sermaye sahibi olan sermayedarlar(sabancı, koç, eczacıbaşı vs...), bir sektördeki kaybını diğer sektördeki yatırımından çıkarabiliyor. Olan gene işten atılan ve işsiz kalan emekçilere oluyor.

Yani, siyasiler arasındaki “referandum”,”laik, dinci”,”türk, kürt” kavgaları, aslında devletin bu olanaklarını kendi eline almaya çalışan kesimlerin çıkar kavgalarına emekçi halkı alet etme çabasıdır.Bunlar, hem ortak çıkarlara sahip emekçilerin birlik halinde mücadele etmesini engellemeye hemde kendi çıkarlarından uzaklaştırmaya yöneliktir. Emekçilerin, bu kavgalardan hiçbir çıkarı yok. Emekçiler, kendi çıkarları doğrultusunda, kendi sorunlarını ortaya koymalı ve bu sorunların çözümü için mücadele etmeli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder