18 Haziran 2010 Cuma

İşçi Devrimi ?

Türkiye, her ne kadar yüzyıllar boyu Avrupa’nın büyük bir gücü olmuşsa da, bugün emperyalist dünyada, geri bıraktırılmış bir ülkenin tüm özelliklerini taşımaktadır.

Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıl devam eden etkinliği, askeri güce dayanıyordu. İmparatorluk, feodal koşullarda yaşa maya mecbur bıraktığı halklar üzerinde şiddetli bir diktatörlük uyguladı. Padişahlık, bürokrasi ve ordu, hakim sınıfların deste ğiyle ayakta duruyordu. Hakim sınıflar bu güçlerini, her an patlayabilecek isyanlara ve diğer düşman askeri güçlere karşı güvence olarak kullanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu, rejimini, uzun bir zaman bu sayede devam ettirebildi. Siyasi krizler ise, genellikle saray darbeleriyle sınırlı kaldı.

Osmanlı İmparatorluğu uzun süren bir durgunluk dönemi yaşamıştır. Genel olarak tarım toplumu olan ülkede, burjuvazi nin çok sınırlı bir rolü olmuştur. Büyük ticaret yollarının artık Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları dışından geçtiği bir dönemde, Avrupa burjuvazisi toplumsal gücünü ve zenginliklerini arttırdı. Avrupa burjuvazisi sermaye birikimine dayanarak hakim sınıfa dönüştüğü bu dönemde, kapitalizm gelişerek dünya pazarını doğurdu. Dünya pazarına hâkimiyet, Avrupa burjuvazinin temel gücünü oluşturuyordu. Halbuki Osmanlı burjuvazisi, küçük ve dağınık parçacıklar halindeydi.

Osmanlı burjuvazisinin iktisadi ve siyasi gelişiminin gecikmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun önce uzun bir yozlaşma dönemine girmesine ve sonra da yok olmasına yol açmıştır. İmparatorluğun 19’uncu yüzyılda geç ve cesaretsiz kalan reform girişimleri onu kurtaramamıştır. Egemenliği altında tutmak istediği halklar üzerinde uyguladığı şiddetli baskılar da bir sonuç vermemiştir.

Avrupalı güçler bu ortamın sayesinde, İmparatorluğun sınırlarını aştılar; kendi ordu ve tüccarlarını Osmanlı’ya dayattılar; eyaletlerin ticaret ve mali sistemlerini kendi denetimleri altına aldılar. Sonuçta Avrupalı burjuva güçler, tüm İmparatorluğu denetim altına aldılar. Bu öyle bir denetimdi ki, 19’uncu yüzyılın sonunda İmparatorluk tamamen Batılı bankaların denetimine geçmişti.

Birinci Dünya Savaşı, İmparatorluğu parçalamanın bir işareti olmuştur. Galip devletler, savaş sonunda bir masa etrafı nda toplanarak İmparatorluğu paylaştılar.

Tarihi açıdan zayıf, bağımlı ve hatta kendi geleceğini bile göremeyen Osmanlı burjuvazisi, padişahlık sistemine karşı çıkmakta aciz bir sınıftı. Bu nedenle de İmparatorluğu dönüştürme çabaları, esas olarak ordu içindeki güçlerden gelmiştir.

Küçük burjuvazinin çocukları ancak ordu aracılığıyla iyi bir eğitim görebiliyorlardı. Askeri eğitim sayesinde Batı düşüncesini tanımak mümkündü ve genç subaylar ülkenin geri konumunu değerlendirme olanağına bu sayede sahip oldular. Bu ortam, genç subaylar arasında milliyetçi ve modernleşmeci fikirlerin gelişmesine neden oldu. Aynı zamanda ordu, bu genç subaylara siyasi amaçlarını gerçekleştirme olanaklarını sağlayacak bir güçtü.

Modernleşmeyi amaçlayan genç subaylar, silahlı ordu gücüne dayanarak, yukarıdan, yani bir saray darbesi yoluyla, İmparatorluk içerisinde bir burjuva devriminin görevlerine yerine getirmeye çalıştılar. Yüzyılın başında ortaya çıkan "Genç Türk" devrimi (1908), geç gelen bir burjuva devrimiydi. Fakat bu devrim, feodal rejimi gerçekten dönüştüremedi ve muazzam bir felaket demek olan Birinci Dünya Savaşını engelleyemedi.

MUSTAFA KEMAL: ORDU İRADESİYLE GERÇEKLEŞEN BURJUVA DEVRİMİ

Kemalist hareketin doğması için gerekli zemini hazırlayan bu koşullar ve özellikle, Birinci Dünya Savaşı olmuştur. Yani savaşta Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilmesi, padişahlığın tamamen yıpranarak İmparatorluğun paylaşılması ve Türkiye’nin doğrudan sömürge olma olasılığı, Kemalizm’in ortaya çıkışının maddi nedenleridir.

Ordu, İmparatorluğu parçalamak amacıyla içten ve dıştan gelen baskılarla baş edememiş olsa bile, Türkiye’yi işgal eden emperyalist devletlere karşı gelebilecek yeterli güç ve askeri birikime sahipti. Üstelik emperyalist ordular bir yandan dünya savaşı, Avrupa’daki devrimci ortamlar ve gelişen toplumsal hareketler, diğer yandan farklı bölgelerdeki ulusal hareketlerden dolayı zayıf düşmüştü.

Mustafa Kemal’in askeri iradeciliği, iç dinamiğiyle gerçekleşemeyen burjuva devriminin yerine geçti. Mustafa Kemal zafer kazanan güçlerin Anadolu’yu paylaşma ve Boğazlara el koyma hesaplarını bozdu. Böylece emperyalist güçler askerlerini geri çekmek zorunda kaldılar. Ardından Mustafa Kemal reformlarını yasalar yoluyla gerçekleştirdi: Padişahlığa son verdi; ulusal meclisi kurdu; harf reformu yaptı.

Tüm bunlar, Mustafa Kemal’in dayandığı ordu ve laikleştirdiği devlet yönetiminin diktatörlüğü ile gerçekleştirildi. Ordu, hem Avrupalı güçlerin işgaline son vermiş, hem de burjuvazinin eleştirilerine fırsat tanımayıp, onu rejimi desteklemeye zorlamıştır. Hatta ordu, bazı burjuvaların özel çıkarlarına dokunsa bile, bu kesimleri, burjuvazinin genel çıkarları temelinde ikna etmiş veya susturmaktan çekinmemiştir.

Askeri diktatörlüğe dayalı rejim, Mustafa Kemal’in baş lattığı reformları, halkın kendi çıkarına ve hesabına devam ettirmesini, esas olarak halkı susturarak, engellemiştir. Üstelik işçi örgütleri ve partileri kurmak isteyen militanlara karşı şidde tli baskılar uygulanmıştır; örneğin Türkiye Komünist Partisi (TKP) önderleri 1920’de öldürülmüştür.

Kuşkusuz Mustafa Kemal rejimi bir yönüyle burjuva devrimlerinin devrimci döneminin (Jakoben) görevlerini yerine getirmiştir. Fakat uyguladığı yöntemler, burjuvazinin devrimci yöntemlerinden çok, yozlaşan emperyalizmin ve hatta faşizmin yöntemleri olmuştur. Anayasanın önemli maddelerinin (141- 142), İtalya’daki faşist Mussolini rejiminden alınmış olması, bunun bir göstergesidir.

KEMALİZM’İN SINIRLARI

Öte yandan Kemalist devrim gerçekleştiği dönemde, dünya emperyalist güçler tarafından paylaşılmış durumdaydı. Emperyalizm, bir başka burjuva güce, kendi hesabına büyüme olanağı vermediği için, Kemalist devrim dar sınırlar içine hapsolmuştur.

Mustafa Kemal emperyalist düzene karşı değildi. Onun kanunlarına saygı duyuyordu ve işte bu nedenle, örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarını ödemeyi kabul etti.

Bu koşullarda Kemalist devrimin yapabileceği bir kaç şey daha vardı: Başta Sovyetler Birliği’nin varolmasından yararlandı. Bir de savaş sebebiyle emperyalizmin zayıflamasından ve büyük devletler arası iç çelişkilerinden yararlandı. Kısa bir süre sonra patlayan İkinci Dünya Savaşı sayesinde ise, ekonomik kalkınma için gerekli olan birkaç temel adımı atma olanağını elde etti; Türk burjuvazisi için bir gelişme alanı yaratmaya çalıştı. Mustafa Kemal’in devletçiliği de, bu çerçeve içerisinde yer almaktadır.

Daha çok Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla üretim ve tüketim malları sanayisi kurularak, halk kitlelerinin ihtiyaçları ucuz ürünlerle karşılandı. Diğer yandan ise, Türk burjuvazisine ucuz kredi, sermaye, ham madde ve işgücü sağlandı. Böylece burjuvazinin zenginleşmesine maddi zemin hazırlandı. Kemalist devletçilik, tüm köşelerin tutulduğu dünya pazarında bir çok engelle karşı karşıya kaldı. Halk kitleleri yoksul olduğu için de, iç pazar büyüyemiyordu. Kemalist rejim emperyalizmin para kaynaklarına muhtaç kaldı ve emperyalizmin etki alanına girdi.

Mustafa Kemal, Osmanlı burjuvazisini vahim bir durumdan kurtarmıştır. Ona sınırları çizilmiş ulusal bir devlet sağlamıştır. Fakat tam bağımsızlık iddiasını gerçekleştirememiştir.

Sonuçta Türk burjuvazisi, emperyalizmin bölge çıkarlarını koruduğu oranda elde ettiği kırıntılarla geçinen, emperyalizme bağımlı bir burjuvazi olarak kalmıştır.

Kemalizm, hakim sınıfların ülke içindeki imtiyazlarına dokunmamıştır. Diktatörlük rejimi, bazı yüksek din adamlarının ve feodal ağaların ayrıcalıklarını sınırlamakla yetinmiştir. Hakim sınıflar gerek köylerde, gerek şehirlerdeki kitleleri yüzyıllardır yoksulluk içinde yaşatan sömürücü siyase tlerini sürdürmeye devam etmişlerdir.

Türk burjuvazisi, geri kalmış ülkelerin burjuva sınıflarının özelliklerini taşımaktadır: Sanayiye yatırım yapmak yerine emlak ve toprak vurgununa yönelmiştir. Hatta tefeciliği tercih etmiştir. İç pazarın yetersizliğinden kaynaklanan sermaye birikimi eksikliğini, kitleler üzerindeki sömürüsünü arttırarak gidermeye çalışmıştır.

EMPERYALİZMİN YEREL TEMSİLCİSİ

Kemalizm’in gerçekleştirdiği reformlar, Türk burjuvazisine ve uluslararası burjuvaziye, esas olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaramıştır. Türkiye, emperyalizm için can alıcı bir bölge olan Ortadoğu ve Yakındoğu’da yer alıyor. Emperyalizm için Türkiye, krizlerin yaşandığı, ulusal hareketlerin büyük devle tlere karşı tavır koyduğu bir dönemde, hem eski SSCB’ye hem de İran-Irak-Suriye ve Mısır gibi devletler karşısında, İsrail’den sonra en istikrarlı ülke olduğu için değerlidir.

Bir NATO üyesi olan Türkiye, Kore Savaşı sırasında ABD tarafından savaşa katılmış, Bağdat Paktına imza atmıştır ve her olayda emperyalist kampa sadık kalmıştır. Bu nedenle Türk rejimi emperyalizmin, özel olarak da ABD emperyalizmi nin yakın ilgisiyle karşılaşmıştır. Bol bol askeri yardım almış; yabancı sermaye yatırımlarından yararlanmış ve para desteği görmüştür. Türkiye, stratejik konumundan ve girdiği ilişkiler den dolayı, ABD’nin ve Batı Avrupa’nın bölgedeki temsilciliği ni üstlenmiştir. Emperyalist güçler için Türkiye, istikrarlı bir ülke, güvenilir bir ordu ve sadık bir müttefik olmuştur.

Sonuç olarak Kemalizm’in tarihi rolü, sağlam bir ulusal devlet ve mümkün olduğu kadar istikrarlı bir siyasal rejim kurarak, Türk devletinin olanaklarını emperyalizmin hizmetine sunmak olmuştur.

Türk burjuvazisi Kemalist mirasta varolan, fakat kendisi için engel olabilecek yönleri silkeleyip atmaktan çekinmemiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Mustafa Kemal’den İnönü’ye miras kalan Tek Partili Dönem’e son verilmiştir. Fakat yeni çok partili dönem, kitlelere değil burjuvaziye yeni özgürlükler getirmiştir. Burjuvazi, şehirlerdeki ve köylerdeki en gerici küçük burjuva kitlelere dayanarak -bu kitleler Kemalist rejimi zorunlu bir bela olarak görmüşlerdir-, 1950 seçimlerinde Demo krat Parti’yi (DP) iktidara getirmiştir. DP’nin kuruluşuyla bir likte, burjuvazinin liberal kesimleri ön plana çıkmıştır.

Parlamenter görüntü veren bir rejimin kurulması, sınırsız mevki ve rüşvet ihtirasıyla yanan, devlet ihalelerine göz diken burjuvazinin ve bürokrasinin eliyle gerçekleşmiştir. Bu nedenle DP hükümetleri ve ondan sonra iktidara gelenler, devlet üst düzeyinde açıkça ve hiç çekinmeden yolsuzluk yapmışlardır. Daha önceleri bu tür yolsuzluklar, askeri yöneticilerin denetimi altında yapılabiliyordu ve askerlerin koyduğu sınırların dışına çıkılmıyordu.

BURJUVA DEMOKRASİSİ VE ASKERİ DİKTATÖRLÜK

Türk burjuvazisi tehlikeye girdiğinde, özel olarak işçi sınıfı tarafından tehdit edildiğinde, tekrar tekrar (1960, 1971 ve 1980) askeri diktatörlüğe başvurmuştur. 1960’ta Menderes’e karşı askeri darbeyi gerçekleştiren askerler kendilerini Kemalizm’in savunucusu, liberal kapitalizmin çok ileri gitmesine karşı olan ve sınıflar arası -tabii ki burjuva sınıfının lehine-, belirli bir denge isteyen kişiler olarak tanıttılar.

Fakat 1971 ve 1980 darbeleri toplumsal huzursuzluğun büyük olduğu bir ortamda gerçekleştiği için -ordu yöneticileri, yine Kemalist olduklarını, sınıflar arası bir uyum ve adalet savunucuları olduklarını iddia etmelerine rağmen-, açıkça işçi düşmanı tavırlarını sergilediler.

Böylece ordu, burjuva düzeninin -özellikle işçi sınıfı nedeniyle- her tehlikeye girdiğinde müdahale edip Türk burju vazisinin yardımına yetişmiştir. Askeri diktatörlük dönemleri dışında bile, Türk burjuvazisinin özgürlükçü olma iddiaları, kendi özgürlükleriyle sınırlı kalmıştır. Burjuvazi, halk kitleleri nin özgürlüklerine hep sınır çizmiştir; eylemlerinden dolayı giderek korktuğu işçi sınıfına ise, çok sınırlı tavizler vermiştir.

İkinci Dünya Savaşı’na kadar çok yavaş büyüyen işçi sınıfı, 1950’li yıllardan sonra hızlı bir şekilde büyümüştür. Emperyalizmin Türkiye’yi Ortadoğu, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerindeki çıkarlarını korumakla görevlendirmesiyle bir likte, Türkiye’de montaj sanayi temelinde bazı yatırımlarda bulunmuştur. Bu yatırımlar, emperyalist tekellerin ortak olduğu ve denetim altında tutukları şirketler aracılığıyla yapılmıştır (General Motors, Ford, vb.).

Her ne kadar da Türkiye’deki büyük sermaye çevreleri bağımlılıktan kurtulamamış olsa bile, Koç ve Sabancı gibi büyük Türk sermaye grupları oluşmuştur. Türk burjuvazisi düşük ücretlerden yararlanarak, Avrupa’ya, Akdeniz ülkelerine, Yakındoğu ve Ortadoğu ülkelerine ucuz ürün, özellikle tekstil ürünleri ihracatı yapmıştır.

Toplumsal sınıflar içinde çok az bir yer tutan işçi sınıfı, montaj sanayi sayesinde hızla çoğalmıştır. Atölyelerde çalışan işçilerin dışında, metal, petro-kimya, maden ve tekstil işkolları nda yoğunlaşan büyük işçi merkezleri ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfı, emekçilerin yoğunlaştığı bu merkezlerde mücadelecili ğini ortaya koymuştur.

Rejim, ABD’nin yol göstericiliğiyle, devletin denetiminde bir sendika bürokrasisi oluşturmuştur. Türk-İş’in yönetim kadrosu 1950’de oluşturularak emekçilerin resmi temsilcileri yapılmıştır. Emekçiler tüm istekleri için Türk-İş’e başvurmak zorunda kalmışlardır. Böylece devlet, ön tedbir alarak bağımsız bir sendikal hareketin önünü kesmiştir. Fakat Türk-İş, iktidar larla çok açık işbirliği içinde olduğu için, işçi sınıfını uzun süre aldatamamıştır. İşçi sınıfı sendikal alanda da etkisini ortaya koymuştur.

BURJUVAZİ VE İŞÇİ HAREKETİ

İşçi sınıfının 1960 ile 1970 yılları arasında ortaya koyduğu mücadelecilik, bir çok grevin gerçekleşmesine ve DİSK’in kurulup güçlenmesine yol açmıştır. Burjuvazi, devletin ve sağ hükümetlerin yardımıyla gelişen silahlı sivil faşistlerin yardımıyla işçi hareketine karşı koymaya çalışmıştır. Burjuvazinin siyasi tepkileri giderek artmıştır. Haziran 1970’de DİSK’in yasaklanma istemi, biraz bile olsa bağımsız bir sendikal harekete karşı hoşgörünün ne kadar sınırlı olduğunu göstermiştir. DİSK yöneticilerinin, bu yasaklama kararı karşısında yürüyüşe geçen emekçilere eylemlerinden vazgeçmeleri için çağrıda bulunmaları, Türk burjuvazisine gereken cevabın verilmesinde aciz olduklarını ortaya koymuştur.

Türk burjuvazisi her gerektiğinde işçi sınıfına karşı sınıf mücadelesi vermekten hiç çekinmemiştir. Burjuvazi ülkenin belirli bölgelerinde ve hatta bir ara tüm ülkede kanlı katliamlara başvurmaktan çekinmemiştir. 1977’de Taksim’de 1 Mayıs mitingine düzenlenen silahlı saldırı, bunlardan sadece bir tanesidir. Hatta belirli zaman için bile olsa, askeri darbe yoluyla tüm sendikal ve siyasi haklar yasaklanmıştır.

Türk burjuvazisi, grevleri ve sendikaları denetim altına almak istemiştir: Haziran 1970’de DİSK’in kapatılmak istenmesi veya 1982 Anayasasıyla grev hakkının sınırlanması ve baraj sisteminin getirilmesi bunun örnekleridir. Burjuvazi işçi sınıfının toplumsal ve siyasi hayatta eylemleriyle giderek yer almasını ve artan isteklerini sendika bürokrasisi ve devlet denetimiyle sınırlamak koşuluyla kabul etmiştir. Burjuvazi işçi sınıfına ekonomik yönden verdiği tavizleri, enflasyon ve işten çıkartmalar aracılığıyla geri almaya çalışmıştır. Sözde demokratik haklar, sadece parlamenter demokrasinin serbest olduğu dönemlerde geçerli olmuştur.

Emperyalizmin dünyaya hakim olduğu bir dönemde, geç ve sınırlı bir büyüme gerçekleştiren Türk burjuvazisi, işçi sınıfına verebileceği tavizlerin ne kadar sınırlı olduğunu ortaya koymuştur. Geri kalmış bir ülkenin burjuvazisi olarak Türk burjuvazisi, emperyalist ülke burjuvazilerinin olanaklarına kavuşma şansına sahip değildir. Burjuvazi işçi sınıfına ve halk kitlelerine daha çok siyasi özgürlük, demokratik hak, daha yüksek gelir ve daha iyi bir hayat şartları vermekten acizdir.

Askeri diktatörlük ile burjuva parlamenter rejim karikatürü arasında değişen ve sürekli işçi düşmanı hükümetler oluşturan Türk burjuvazisi, ülkeye getirebileceği demokrasinin sınırlarını da gösteriyor.

KÜRT ULUSU VE DİĞER AZINLIKLAR

İktidarın işçi sınıfına karşı uyguladığı baskılara, rejimin başı ndan beri Kürt halkına ve azınlıklara karşı uyguladığı baskıları eklemek gerekiyor.

Türk Kurtuluş Savaşı, burjuva devrimlerinin, bazı demo kratik yönlerini ve bir dereceye kadar geçerli olan toplumsal kurtuluş yönünü neredeyse hiç içermedi. Kurtuluş Savaşı’nı yöneten ordunun da başında koyu bir diktatör vardı. Yöneticile rin kitlelere ihtiyaçları vardı. Fakat hiçbir şekilde, kitlelerin değerlendirebileceği bir boşluk bırakmak istemiyorlardı. Bu açıdan uygulanan yöntemlerden bir tanesi de Kurtuluş Savaşı’nın toplumsal yönüne değil, milliyetçi yönüne ağırlık verilmesi olmuştur.

Örneğin Anadolu’daki Rumların bir kısmının zafer sırasında katledilmeleri ve geriye kalanların da göçe zorlanmaları bu hedef şaşırtmasına yaramıştır. Emperyalizme, sömürücü özünden dolayı karşı çıkmayan ve onunla belirli bir seviyede işbirliği yapmak isteyen Kemalizm, yoksul kitlelerin ezilmişliğinden gelen öfkelerini, süper güçlerin kuklaları olan diğer yoksul kitlelerin üzerine yönlendirmeyi bilmiştir. İşte bu Yunan düşmanlığı, bugüne kadar rejimin her başı zora girdiğinde ve kitleleri bir ulusal birlik yaratarak peşine takmak istediğinde başvurduğu bir yöntemdir. Bu ise, Türkiye’deki siyasette çok gerici bir rol oynamaktadır.

Kemalizm ve onun devamı olan rejimler, diktatörlüklerini kabul ettirebilmek için sürekli azgın bir milliyetçiliğe başvurmuştur. Rumların katledilmesinden ve geriye kalanların da sürülmesinden sonra, milliyetçiliğin baş hedefi Kürt halkı olmuştur. Mustafa Kemal önceleri savaşını kazanmak için Kürtlerin yardımına başvurmuştur. Ama sonraları onlara saldırmıştır.

Kemalist Türkiye sınırları içerisindeki en önemli halk olan, Doğu Anadolu’daki Kürtler, Irak ve İran’daki Kürtlerin özerklik hareketlerinden etkilenme olanağına sahip oldukları için, rejimin sürekli hedefi olmuştur.

1924 ile 1939 yılları arasında 15 yıl boyunca Kürtlerin isyan girişimleri kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu baskılar aynı zamanda rejimin milliyetçi ve askeri baskı siyaseti için bir neden olarak kullanılmıştır. Bugün uygulanan yöntemler yine eski yöntemlerdir. İşçi sınıfına karşı özgürlük tanımayan bugünkü rejim, Kürt halkına karşı da hiç bir özgürlük tanımıyor.

1984’ten sonra Kürdistan’da yeniden başlayan savaş, rejimin tüm baskıcı yönlerini, asker ve polis baskısını daha da arttırmıştır. Burjuvazinin liberal kanadının daha yumuşak bir rejim çabaları hep boşuna çıkmıştır. Kürt halkının doğal haklardan biri olan anadilini konuşabilme özgürlüğünü bile veremeyen Türk burjuvazisi, devlet aygıtının ve ordunun oluşturduğu garantiye çok ihtiyacı olduğu için, onları kızdırmak riskini bile göze alamamaktadır.

TEK ÇÖZÜM: İŞÇİ SINIFININ DEVRİMİDİR

Türk burjuvazisi için Kemalizm, işçi sınıfının doğrudan tehlike oluşturmadığı ve emperyalizmin zayıfladığı dönemde bir fırsat olmuştur. Fakat sonuç değişmemiştir: Emperyalist çağda, ne Türkiye’de ne de başka bir ülkede, burjuvazinin bağımsız ve ulusal temelde gelişme olanağı yoktur. Çağımızda tek ve gerçek devrimci sınıf, işçi sınıfıdır. Tüm insanlığa sefaletten ve açlıktan arınmış bir geleceği, ancak işçi sınıfı verebilir. Bunun için gerekli tüm teknik ve maddi olanaklar vardır. Bu olanaklar, son 200 yılda ve kapitalist sistem tarafından geliştirilmiştir. Kapitalizm ve sermaye uzun zamandan beri uluslararasıdır.

Kapitalist sistemin dünya egemenliği, üretici güçleri kâr ekonomisine mahkûm ediyor; onu eski çağlardan kalan ulusal sınırlar içine hapsederek, insanlığın ilerlemesine engel oluyor.

İnsanlığı bu engelden kurtarmak gereklidir. Bu görevi ise, ancak işçi sınıfı gerçekleştirebilir. İşçi sınıfı, dünya devrimiyle kapitalist sınıfı yıkarak, dünya çapında sosyalist ekonomiyi gerçekleştirip komünizme doğru ilerleyebilir.

Türkiye’de kapitalizm burjuvazinin iç dinamiğiyle gelişme miştir. Türk burjuvazi çok zayıf olduğu için, ülkeye kapitalizm emperyalizm tarafından getirilmiştir. İşçi sınıfı ise, uluslararası işçi sınıfının bir parçası olarak gelişmiştir.

Bizce işçi sınıfının mücadelesi, dünya çapında ve işçi sınıfının sosyalist devrimi hedefiyle olmalıdır. Eğer şartlar elverişliyse, işçi sınıfı diğer halk kitlelerinin (şehir ve köy yoksullarının) desteğiyle siyasi iktidarı ele geçirmelidir. Böyle bir mücadele, diğer ülkelerde de işçi sınıfının iktidarının gerçe kleşmesi için bir ileri adım, bir olanak oluşturabilir. Dünya devrimini diğer ülkelere yaymak için, aktif bir başlangıç nok tası olabilir.

Burjuvazinin ve tüm hakim sınıfların Türkiye’deki büyük çoğunluk üzerinde kurdukları diktatörlüğe karşı işçi sınıfı, şehir ve köy yoksullarının desteğiyle iktidarını gerçekleştirip, burjuvazinin elinden ekonomik ve siyasi iktidarı almalıdır. İşçi sınıfının, şehir ve köy yoksullarıyla birlikte, burjuva sınıflara karşı uygulayacakları bir diktatörlük, gerçekte halk çoğunluğu için demokrasi olacaktır.

Çünkü bu iktidar Türkiye’de hiç yaşanmamış bir şekilde kitlelerin denetiminde, emekçilerin kendi ellerinde olacaktır. Bu nedenle de, bugünkü burjuva demokrasisiyle kıyaslanamayacak genişlikte bir demokrasi kurulacaktır. İşçi iktidarı toplumu tüm baskılardan arındıracaktır. Tüm halklara ve azınlıklara varlıklarını sürdürme hakkını tanıyacaktır. Tabii ki bu, bugüne kadar en çok baskı gören, başta Kürt halkı için geçerlidir ve Kürt halkı isterse, ayrılma hakkına sahip olacaktır.

Eğer işçi iktidarı ülkenin sınırları içinde kalırsa, sadece kısa bir süre yaşayabilir. Burjuvaziye karşı kesin bir zafer işçi devriminin tüm dünyaya yayılmasıyla gerçekleşebilir. Sosyalizm ancak, kapitalizmin geliştirdiği ve emperyalizmin sanayi merkezlerinde yoğunlaşmış olan, dünya çapında belirleyici sanayi üretiminin ele geçirilmesiyle mümkün olabilir.

Bizler, 1917 Rus Devrimi gibi, Türkiye’de gerçekleşecek devrimi dünya devriminin bir parçası olarak görüyoruz. Bu devrim Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadele arkadaşları olan diğer Üçüncü Dünya ülkelerindeki ve emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının vereceği bir mücadelenin başlangıç noktası olmalıdır

Türkiye’de gerçekleşebilecek bir işçi sınıfı devrimi kaçınılmaz olarak diğer komşu ülkeleri de etkileyecektir. Bu bir örnek teşkil edeceği için, doğal olarak Irak’ta, İran’da ve hatta tüm Ortadoğu’da ve Balkanlar’da yankıları olacaktır. Hatta daha uzak ülkelerde ve hatta emperyalist ülkelerdeki proletarya arasında yankıları olacaktır. Eğer Türkiye proletaryası etkin ve kararlı bir siyaset izleyip diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerine, devrimi dünyaya yaymak için seslenmesini bilirse, emin olmalıyız ki, kesinlikle tek başına kalmayacaktır.

SİYASİ SEÇENEKLERİMİZ

Seçtiğimiz yol, yukarıda söylenenlerden kaynaklanıyor. Bizler bolşevizmi, Ekim 1917 Rus devrimini, Komünist Enternasyo nal’in ilk yıllarını, Lenin ve Troçki dönemini ve bu geleneği sürdüren, Stalinist yozlaşmaya karşı hem III. Enternasyonal içerisinde hem de dışında mücadele eden Sol Muhalefeti deste kliyoruz. Bu ise bizi, bugün Türkiye’de var olan birçok siyasi akımdan ayırıyor.

Bugün kendilerine sosyal-demokrat diyen CHP ve DSP gibi partiler konusunda ısrar etmeye hiç de gerek yoktur. Bu partilerin diğer partilerden tek farkı, seçmen kitlelerinin özel likle halk kitlelerinden ve şehir küçük burjuvalarından oluşmasıdır. CHP ve DSP burjuva partilerdir ve onlarda Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin sahip olduğu işçi kökleri bile yoktur.

Türkiye’de komünist hareket Rus devriminin hemen ardından ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfı sayısal olarak çok az olmasına rağmen, mücadeleci bir geleneği olduğu için Komünist hareket buna dayanabilirdi. Fakat Mustafa Kemal’in siyaseti ve baskıları onun gelişmesini engellemiştir. Sonradan harekete katılan militanlar ise 1917 devriminin işçi sınıfı gelenekleriyle değil, devrime ihanet eden Stalinizm tarafından yetiştirildiler. Bu ise Türkiye komünist hareketinde derin izler bıraktı.

Bugün Stalinizmden vazgeçen Komünist Parti kökenli akımlar, açıkça reformist oluyorlar; mevcut düzen içerisinde siyasi bir köşe tutmaya çalışıyorlar. Bu, umutlu olmayan bir çabadır, çünkü burjuvazinin onlara tanıyacağı böyle bir olanak yoktur ve zaten burjuvazi böyle olanaklar vermek istemiyor. Bugün proletaryanın devrimci militanlarının yapması gereken mücadele bu değildir. Çünkü işçi sınıfının kurtuluşu ancak burjuvazinin ve emperyalist dünya düzeninin yıkılmasıyla mümkündür.

Kemalizm’den kopan başka siyasi akımlar ise, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Üçüncü Dünyacı ideolojilerin etkisinde gelişip Maoizme, Kastroculuğa ve Guevarizme kaymışlardır. Milliyetçiliğe yeni ve radikal renkler katarak, ona daha devrimci, hatta Marksist görüntüler verdiler. Fakat kesinlikle milliyetçi çizgilerinden vazgeçmediler veya bundan sözde vazgeçtiklerinde bile, enternasyonalizmi şekilsel ve Stalinist bir şekilde kavradılar.

Stalinist reformizm ile devrimci milliyetçilik akımları birbirlerini karşılıklı etkiliyorlar ve demokratik reformizmden tutun da gerilla hareketine ve halk iktidarını kurmak için silahlı mücadeleyi savunan hareketlere kadar varan, geniş bir yelpaze içerisinde yer alan, bir çok örgüt ortaya çıkıyor.

Fakat gerek halk iktidarı gerek işçi iktidarı için mücadele ettiklerini iddia etmelerine rağmen, aslında sadece kendi örgütlerinin iktidarını hedefliyorlar. Kesinlikle devrimci proletaryanın güçlenip, bir sınıf olarak iktidarı ele geçirmesini istemiyorlar.

Aşırı solun gerilla hareketi ise, kendi arzularını işçi sınıfının duyguları olduğuna inanıyor ve küçük burjuvazinin hiç bir çıkışı olmayan, çaresiz yolunu temsil ediyorlar. Bu akımların iktidara gelebilmeleri olasılığı çok azdır. Fakat buna rağmen iktidarı ele geçirirlerse, oluşturacakları iktidar işçi düşmanı olacaktır.

Reformist akımlardan gerilla hareketine kadar uzanan geniş yelpazeyi, bazı farklılıklarla Kürt ulusal hareketinde de görüyoruz. Kürt hareketi uzun zaman -Irak ve İran’da olduğu gibi-, aşiret reislerinin -ki bunların ufukları genelde aşiretlerini ve aşiret alanını geçmiyordu-, önderliğinde kalmıştır.

1960 ve 1970’li yıllarda toplumsal gelişmelerin sonucu ve solun gelişmesi kendini Kürdistan’da da hissettirmeye başladığında modern bir milliyetçilik doğmuştur. Bu milliyetçilik, farklı Türk sol gruplarının ideolojilerinden etkilendiler ve mücadele yöntemlerini Üçüncü Dünya ülkelerindeki ulusal kurtuluş hareketlerinden aldılar.

1980 darbesinden sonra Türkiye’deki rejimin daha da baskıcı olması -ki aslında bu darbeden önce başlamıştı-, Kürt küçük burjuvazisinin bir kısmını ve genelde Kürdistan’daki halkı -mecbur kaldıklarından dolayı-, ulusal mücadele saflarına itti. Bu bölünme, 1984’ten sonra PKK’nin gerilla hareketini başlatmasıyla ve askeri operasyonların yoğunlaşmasıyla daha da arttı. Öyle ki Kürt halkı ya bir tarafta ya da diğer tarafta yer almak zorunda kaldı.

Bizler, işçi sınıfının devrimcileri olarak, Kürt halkının kaderini tayin etme hakkını ve başta kendi ana dilini konuşma, yazma ve okuma olmak üzere kendi varlığını sürdürme hakkını tamamen savunuyoruz. Bizler Türk rejiminin Kürdistan’da uyguladığı baskılara ve savaşa karşıyız ve Kürt halkına karşı yapılan baskılarda, Kürt halkından yanayız.

Fakat bu, bizim Kürt halkı arasında yer alan temel örgütlerden, özel olarak PKK’den -ismi Kürdistan İşçi Partisi olmasına rağmen hiç de işçilerin çıkarlarını savunmuyor-, kendimizi tamamen ayırt etmemize engel değildir. PKK, Stalinist dil ve milliyetçi Üçüncü Dünyacı gerilla yöntemleri kullanarak oluşmuştur. Kürt küçük burjuvazisinin ve bir kısım büyük burjuvaların kendi ulusal devletlerine, devlet kuruluşlarına ve bunların getirdikleri ayrıcalıklara sahip olmasını temsil etmektedir. PKK Kürt emekçilerini bir araç olarak görüyor ve hiçbir şekilde Kürt işçi sınıfının, bir sınıf olarak, Kürt veya diğer burjuvaların aleyhine iktidarı almasını istemiyor.

Günümüz, işçi sınıfının dünya devrimi günüdür. Milliyetçilik, hem Kürt hem Türk hem de diğer milliyetçilikler insanları çıkmaza götürüyor. Eğer Türkiye Kürdistanı’nda veya tüm diğer Kürt bölgelerini de kapsayan sınırlar içerisinde ve şimdiki milliyetçi önderliklerin yönetiminde bağımsızlık elde edilip bir devlet oluşursa, bu devlet Kürt burjuvazisinin devleti olacaktır.

En iyi şekliyle küçük bir hakim sınıf tabakasına koltuk ve zenginleşme olanakları sağlayacaktır ve onu geri kalmış bağımlı bir burjuvazi konumundan bile kurtaramayacaktır. Gerek Kürdistan, gerek diğer Türk şehirlerinde yaşayan Kürt işçi sınıfının kurtuluş sorunu, yine ve tamamen gündemde kalacaktır.

Gerçekten işçi sınıfının devrimci ve enternasyonalist siyasetini savunduğumuz için, Troçkistiz ve IV. Enternasyonale bağlıyız. Ulusal baskılar dahil tüm baskılar ancak emperyalist sistemin ve onu savunan devletlerin -bizim içinse Türk devletinin-, yıkılmasıyla yok olacaktır.

İşte bu nedenle bizler, Türk, Kürt veya diğer ulustan emekçilerinin bir arada yer alacağı devrimci bir işçi partisinin inşası için mücadele veriyoruz. Bu parti, gerekli olan, devrimci işçi sınıfının dünya partisini yeniden inşası için çalışacaktır.

Yukarıda sözü edilen mücadeleyi içeren devrimci programı, yani Troçkist programı, benimseyen herkesle birlikte yürütmeye hazırız. Fakat bu programı, programdan kaynaklanan tüm sonuçları çıkararak uygulamak gerekiyor. Bunun anlamı ise tüm küçük burjuva amatörlüğünden arınmak, tüm güçlerin işçi sınıfı içerisinde kök salmamız için kullanılması, verilecek tüm mücadelelerde -en küçüğünden en büyüğüne kadar-, işçi sınıfının dünya devriminin birer militanı olarak davranmak ve sonuçta bolşevik tipte bir partinin inşası demektir.

Güçlerimiz çok sınırlıdır ve önümüzdeki görevlerin büyüklüğünün bilincindeyiz. Ancak, bizim için başka bir yol yoktur. Şu anda kendimizi inşası tamamlanmış bir önderlik olarak görmüyoruz. Bizim istediğimiz, Türkiye’de ve dünyada, enternasyonalist komünist yani Troçkist fikirler temelinde bir önderliğin inşası için tüm gücümüzü seferber ederek üzerimize düşen görevi yapmaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder